April 3, 2015

Gurbete Doğru

Gurbete Doğru

Erzurum'a bağlı, Yukarı Yayla Köyü'nün, yamaca bakan köy kahvesinde akşam olmak üzereydi. Çevrede havalar hissedilir şekilde, ısınmasına rağmen, dağın yamacına kurulmuş bu küçücük köyde henüz pek iyi değildi. Güneşli ve ılık günlerde, kah¬venin dışında bulunan çardak altındaki masalara bazen birer ikişer müşteri gelir oturur, pişpinik oynar, dertleşirlerdi. Hasan ve çocukluk arkadaşı Mahmut, hergün evdeki işleri yoluna koyduktan sonra bu kahveye gelir ve akşamın geç saatlerine kadar burada kalırlardı.
O gün, yine Hasan ve Mahmut erkenden gelip kahvenin avlusunda oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir bakıma bu, Hasan’ın sanki kendini yıkan, yok eden tüm geçmişini ve Avustralya’da geçirdiği o asla silinemiyecek izleri mermer taşına kazıyıp ebedileştireceği son gün gibiydi. Sabah evden çıkışı, Mahmut’la buluşması ve bu kahveye gelişi, daha önceki günlere nazaran biraz farklıydı. Kahveye gelip oturup çaylarını ısmarladıktan sonra Hasan, zaman zaman yerinden kalkıyor, geriliyor ve tekrar oturuyordu. Bazen oturdukları yerin tam kar¬şısına rastlayan yaşlanmış kayın ağacına gözünü takıyor ve öylece kalıyordu. Neden sonra Hasan içini çekerek, işte böyle Mahmut kardaş dedi. Kim bilirdi bizim o kahrolası gün ver¬diğimiz karar bugün hala hatıralarımda unutamadığım bir kå¬bus olarak benimle her an yaşayacak. Nasıl oldu da yanlışlık yaptık. Ne yaptık. Yanlışımız neredeydi, bir türlü anlayamıy¬orum. Herkes gibi bir gurbettir dedik çıktık yola. Çok mu fazla istedik. Hüseyin'in acısı ta şuracıkta durur. Ayşe’mi bırakıp geldik.
Hasan yavaşça yerinden kalktı, etrafı çitlerle çevrili kah¬venin kapısız çıkışına doğru yürüdü. Bir ara geri dönüp. kalktığı yere tekrar oturmak istedi. Nedense, yoluna devam etti. Ayakları sanki tutmuyordu. Sabahtan beri anlayamadığı birşeyler oluy¬ordu. Göğsüne doğru hafif sancılı acılar geliyor, içi sıkılıyor ama nedenini bir türlü anlayamıyordu. Duvara tutundu. Ayak¬ları sanki artık o koca vücudu çekemiyordu. Elini göğsüne götürdü ve yere yığıldı.
Kapıya yakın masalarda oturanlar Hasan'nın yıkıldığını görünce kapıya doğru koşuştular. Bu arada hesabı ödemekte olan Mahmut da kapıya doğru koştu. Hasan'ın yerde upuzun yattığını görünce üzerine eğildi. Hasan'ın yanaklarına eliyle hafifçe vurdu. Belliki kendine gelmesini sağlamak istiyordu. Orada bulunanlardan biri çabuk doktor çağırın diye bağırdı. Kahvenin içine doğru koşanlar telefona sarıldılar ve doktoru aradılar. Hasan'ın başında toplananlardan biri nabzına bakın diye seslendi. Mahmut Hasan'ın elini tuttu ve nabzını yakaladı. Hasan'ın nabız atışları duyulmuyordu. Kalabalığın içinden bir başkası Hasan'a yaklaştı ve nabzını tuttu. Biraz bekledi ve ayağa kalktı. Allah rahmet eylesin dedi ve kenara çekildi.
Hasan, geldiği günden beri her sabah bu kahveye gelir ve yakın arkadaşlarına hep Avustralya'da geçen iyi ve kötü günleri bir hikaye gibi anlatırdı. Mahmut Hasan’ın geldiği günden bu yana bu hikayelerini defalarca dinlemişti. O günleri anlatmaya başladığı zaman bazen öyle dalardı ki, sanki o günleri yeniden yaşar gibi olurdu. Kimi zaman kısa şoklar geçirir gibi olurdu. Terlediği zamanlar bile olmuştu ama o bu terlemelerin birgün O'na sinsice yaklaşıp kalp yetmezliğine neden olacağını bile¬mezdi. Hasan o gün, şimdiye kadar hiç anlatmadığı öyle şeyler anlatmıştı ki bu onun sanki sonunu getirecek son sözleri ola¬cağını hissettirir gibi olmuştu. Kapıya gidişi, kapıda duruşu ve geriye dönüp tüm kahvede oturanlara bakışı sanki gideceğini bilir gibi bir his olarak içine doğmuştu.
Çok geçmeden köyün sıhhiye memuru geldi. Hasan'ın etrafını saran insanlar birer birer geriye doğru çekildi. Sıhhiye me¬muru Kazım Efendi Hasan'a doğru eğildi. Nabzını tuttu, bekledi ve ayağa kalktı. “Hepinizin başı sağ olsun” dedi.
Yakın evlerden bir battaniye getirdiler ve Hasan'ın üstüne serdiler. Kazım Efendi, evine haber salın dedi.
Gençlerden bir¬ileri koşarak Hasanlara doğru gitti. Mahmut kenara çekilmiş öylesine kalmıştı. Hey koca Hasan dedi içinden. Kolay değil otuz beş yılı yurt dışında geçirmek. Kolay değil bir oğul bir kız bırakmak yurt dışında. Kolay değil herşey olup, bir hiç olarak geri dönmek. Güneş batmak üzereydi. Yerde upuzun yatan Hasan köy yapımı battaniyenin altında mışıl mışıl uyurken çevredekiler kimbilir Hasan’ın aylardır anlattıklarını gelecek kuşaklara nasıl taşıyacaktı.

O kış Ankara için hiç de farklı değildi. Yine sokaklar akşamın ayazıyla buz tutardı ve sabahları dereden tepeden aşağılara inen gecekondu insanları biryerlerini kırarak, inciterek işyerlerine doğru giderlerdi. İstasyonlar tıklım tıklım dolar, otobüsler ve dolmuşlar işçileri, memurları Ankara’nın göbeğine taşırdı. O günlerde Ankara bugün gibi her yana yayılmamış işyerleri genellikle Yenişehir diye adlandırılan Kızılay ve eski şehrin kurulduğu Ulus etrafında toplanmıştı. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda henüz Yenişehir şekillenmemiş ve yerleşim yeri olarak pek adı anılmaz bir yerdi. Sonraları Ankara genişlemeye başladığında, Ulus’ta bulunan meclis binası devlet çalışmalarına yeterli olmayınca yeni meclis binasının yapılmasına karar verildi. Bu arada Kızılay ve Çankaya tarafları çabucak gelişmeye başladı. Ankara’nın semtleri genellikle iki yol üzerinde uzanırdı. Bunlardan biri Bahçeli-Dikimevi istikametinde diğeri ise Çankaya-Ulus istikametindeydi. Ayrıca şehirlerarası demiryolu şebekesine bağlı olan Kayaş ve Sincan Ankara’yı dışa bağlayan yollar olarak bilinirdi. Genellikle Ankara’nın en geniş tabanlı iş alanları olan odacılık, kapıcılık, cadde ve sokak aralarındaki işportacılar, simitçiler, pazarcılar Ankara’nın dış semtlerinde gecekondularda oturur, sabahları işyerlerine ulaşmak için bu yolları kullanırlardı. Kış günleri bu insanların Ankara’ya inişi çok zorlu ve zahmetli bir işti. Herşeye rağmen Ankara, o günlerde Türkiye’de yaşanması arzu edilen en güzel şehirlerden biri olarak kabul edilirdi. Üniversiteleri, devlet daireleri, hastanelerinin en iyilerinin Ankara’da olmasından dolayı Türkiye’nin insanları bu şehre akın akın gelirlerdi.
Ankara’nın en çirkin yanı ise, çukur bölgelerde kalan mahalleleri sobalarda yakılan yağlı linyit kömürlerinin çıkardığı isli dumanla sanki bir fabrika bahçesine dönerdi. Ağaçsız olan Ankara şehrinin sokaklarına yağan kar, birkaç gün yerde kaldıktan sonra isli dumanın çökelmesi ile simsiyah kesilirdi. Gecekondu mahallelerinden gelen işçiler ayaklarına yapışan killi çamuru trenlere, otobüslere taşır oradan da Ankara’nın ana caddeleri üzerinde kıpkırmızı lekeler halinde bırakırdı. İşyerlerine ulaşan insanlar kapılarda veya tuvaletlerde ayaklarındaki çamurları temizledikten sonra çalışma yerlerine giderlerdi.
Gününü Ankara’nın merkezinde geçiren bu insanların akşam eve dönüşleri de ayrı bir manzara görüntülerdi. Trenlere, otobüslere, dolmuşlara koşuşan insanlar, Kızılay’da işportacılar, sokak köşelerinde simitçiler bir Ankara gününün değişmez bir parçası olarak hergün tekrarlanıp dururdu.
Sosyal yaşantısı biraz daha iyi olanlar ise iş dönüşü ya Sakarya caddesindeki tektekçilerde veya Piknik’te biraz mola verir, bir iki arjantin ve yanında çips aldıktan sonra evlerine dönerlerdi. Televizyon henüz her eve girmemiş, girmiş olanlarda ise akşamları bir başka alem yaşanırdı. Apartmanlara giren televizyon, bulundukları daireye diğer sakinleri çeker, bir keşmekeşti alıp giderdi.
Tüm bunlara rağmen Ankara, taşradan gelen insanlar için bir ekmek kapısıydı. Memleketin kalbi burada attığı için ülkenin neresinde bir iş almak isterseniz bu şehre uğramak zorunda kalırdınız. Şehirlerini temsil eden milletvekilleri memleketlerine gittiklerinde, iş isteyenleri Ankara’ya çağırır burada sağlanan torpil ve kayırmalarla onlara iş sağlanırdı.
Ankara’nın en işlek caddesi olan Kızılay, bakanlıklara doğru giden insanlarla dolar taşar, yakın semtlerde bulunan okul öğrencilerinin Kızılay’ın birgün artık hiç de uğranılmak istenmeyen bir semti haline geleceğini kestiremeden istikbale umutla bakarlardı. 1970 yılı ve sonrası Türkiye’de insanların birbirlerine karşı düşmanca tavır takınacakları yılın başlangıcı olacağı ve artık her türlü imkanı kullanarak yurtdışına çıkmak isteyen insanların çoğalacağı, bir bakıma, göçmenlik yıllarının artık durmayacağı günlere gebeydi. Ortalık her geçen gün yavaş yavaş kaynıyordu. Geçim sıkıntısı oldukça bastırıyor, kemerler her geçen gün biraz daha sıkıştırılıyordu. Hükümet çıkmaz içindeydi. İşte böyle günlerin yaşandığı bir anda birgün: