Sol'un içindeki düşman
Bin dokuz yüz altmış iki yılında üniversiteye başladığım günlerde, hemen hemen hiçbir gencin bu günkü gibi kafasını kurcalayacak büyük bir sorunu yoktu. Tahsil yapmak, okumak bir yerlere gelmek genellikle ailenin içindeki bir egoydu. Bu egoyu gerçekleştirmek o yıllarda her aile reisine kısmet olmadı. Daha sonraki yıllarda ülkenin ihtiyacı olan okumuş kişilerin yavaş yavaş yeterli kadroları dolduramaması en az okuyanların bile ulaştıkları tahsil seviyelerinin ne kadar önemli olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaya başladı. Bu arada Avrupa her geçen gün savaş sonrası yeni liberal anlayışı durmadan dünyaya pompalamakla meşguldu. Buna karşılık büyük ve birleşmiş bir kominist düzen bu yayılmacılığa karşı devamlı çıkışlarla bu akımı engellemeye çalışıyordu.
Bu nedenle 60'lı yıllarda henüz cumhuriyetin kırkıncı yıllarını yaşarken Türkiye'de bir sol akım yeni başlamışken Avrupanın bir çok ülkesi krallıkla yönetiliyordu. Krallıkla yönetilen bu ülkelerde Sol toplum tarafından ta 1789 da başlayan Fransız Ihtilali ile birlikte gelişerek yoluna devam etti.
Biz Sol'u ilk defa 13 Şubat 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi ile tanımaya başladık. Ülkenin kısa bir müddet önce cumhuriyetle tanışması, henüz okuma yazma oranının düşük olması nedeniyle Sol geniş kesimler tarafından kolayca anlaşılamadı.
1962 yılında Türkiye genelinde yapılan ilk üniversite giriş sınavlarına otuz milyon nüfusa sahip Türkiyede ancak on dört bin kişi Ankarada sınava girdi. İşte o günlerden bu günlere gelinceye kadar Sol hiç bir zaman yeterince anlaşılamadı ve ve halen de anlaşılamamakta. Sol kendi içinde her zaman bir düşman yetiştirme çabası içinde yoluna devam etti.
2014 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sırrı Süreyya Önder bazılarının solculuğunu şu şekilde dile getirmeye çalışıyordu: "Bakın Ankara’da Mansur Yavaş’tan, bu partiye, Yılmaz Güney’e çeteci diyen Ahmet Kaya’ya küfreden bir insanı, MHP’nin bile kapı önüne koyduğu bir insanı ne yapacaksın? Madımak’ta anmaya mı götüreceksin? Sende hiç yüz yok mu? Sarıgül için solun umudu diyorlar. Böyle diyen yarım akıllı solcular da var. Bize de solu bölmeyin diyorlar. Biz yıllardır zindanlardayız. Sizin bu solun umudu dediğiniz adamı hiç yanımızda görmedik. Beylerin sofrasında, Koçlar’ın emrinde . 'O benim abim' diyor. Kadir Topbaş’ı da kulağının tozundan öpüyorlar. Solculuk ucuz bir şey değil. Adamın ağzını yırtarlar.”
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız olay, solculuğun her kesim tarafından ayrı algılanışı dile getirilmeye çalışılıyor. Önder yaptığı bu konuşmayı bir seçim arafesinde dile getiriyor. Yani ‘Sol’ başlıbaşına yaşayan bir varlık olarak algılanıyor. Çünkü sol her kesimin anlayışına göre şekil alan ve taşındığı kişi tarafından şekillenen bir varlık görünümüne giriyor. Sol fikrini taşıyan ve kendine ‘ben solcuyum’ diyen kişinin tüm sosyal yapı içinde birbirini tutan ve çelişkili işler yapmayan bir karaktere sahip olması gereği ortaya çıkıyor.
Şimdi aşağıdaki alıntıya bir bakalım. Gökhan Kaya medya faresi portalındaki bir yazısının başlangıcında şöyle diyor:
“İdris Küçükömer’in meşhur lafı vardır; “Türkiye’de sağ soldur, sol ise sağdır” diye, benim yorumum ise “Türkiye’de sağ sağdır, sol da sağdır” şeklinde özetlenebilir.
Ve o yazıya devamla:
“Ankara ve Uşak’ta MHP kökenli, Hatay’da AKP kökenli adaylar ilk elden bilinenler. Mustafa Sarıgül de pek çok kesim tarafından CHP içindeki bir sağcı olarak görülüyor. Bu örneklerin adayların ortaya çıkması ile artması muhtemel.
CHP sağcı adaylara ağırlık verirken dikkat çekici bir şekilde sol geçmişe sahip, Alevi ve Kürt adaylardan da uzak duruyor. Yeni bir gelişme de geleneksel olarak CHP’nin mesafeli olduğu, genelde sağ partilerle ilişki kuran Sünni cemaatlerle kurulan yakın ilişkiler.”
Sol eğer kendi ayakları üzerinde durabilse ve şahıstan şahısa gömlek değiştirmese sonu ‘izm’le bitecek bir felsefi ve ekonomik güç olarak daha sağlam ve değişmez, yanlış anlaşılmaz ve insandan insana değişmezdi.
Gökhan Kaya yazısını ‘Sol Çiçek Açıyor’ diye sürdürüyor.
“Kendisini emek-sermaye çelişkisinden doğru tanımlayan, klasik anlamda sol ‘yani Marksist akıma dayanan sol’ da kendi siyaset alanını CHP eteklerinde kurmaktan vazgeçmek zorunda kalacaktır.
Bu eğilimin görünümleri de var. Ankara’da biliyorsunuz üç MHP’li aday üç ayrı partiden aday olunca genelde fiilen CHP’yi destekleyen TKP, ÖDP, Halkevleri gibi sosyalist yapılar birleşip aday gösterdi.
Yine bugün Türkiye’de neredeyse tek sol alternatif olarak beliren HDP’ye bakıldığında, Gezi’de ortaya çıkarak bütün Türkiye’yi şaşırtan pek çok toplumsal muhalefet akımının birlikte bu partide temsil edilebildiği gözüküyor.
‘Bizim de başörtülü üyelerimiz var’ imaj çalışmaları dışında hiçbir zaman CHP’de gerçek bir özne olamayan bir kesimi temsil eden anti kapitalist Müslümanların üyeleri bugün HDP yönetiminde, hiçbir partide yetkili organlarda temsil edilmeyen LGBTİ örgütlerinden gelen bireyler yine bu partinin yönetiminde oldukça etkili.
CHP merkeze kayarken, ülkemizde Kemalist hegemonyanın etkisiyle solcu olmanın göstergesi sayılan laiklik-anti laiklik çelişkisine dayanan tavrın da yeni bir sol anlayış tarafından aşıldığının emareleri HDP’de açıkça ortaya çıktı.”
Şimdi yukarıdaki yazının gelişine göre sol bir bakıma bir seçim arefesinde yeterli oyu seçmenlerden alabilmek için güvenilir kişilikli, biraz dindar, toplum tarafından kolayca kabul edilebilir bireylerin kişiliklerinde topladığı kuvvetleri simgeleyen bir oluşumdan öte sadece bir araçtır. Siz bu aracı nasıl kullanırsanız başarıya ulaşabilirsiniz hesabının bir bakıma toplamıdır.”
Solculuk nedir? Sağcı olmak ne demektir?
Türkiye’de Sol ve Sağ hala çözümlenememiş kavramlardır. Bu konuyu gerçekçi bir şekilde işleyip okuyucularına özümsetmiş elle tutulur pek az kaynak vardır. Daha doğrusu birçok konuda olduğu gibi belirli konuları yine o konuyu benimsemiş yazarlar vasıtasıyla okuyoruz. Yanlış anlaşılmaması için burada şunları açıklamakta fayda görüyorum. Şüphesiz her konu o konuya vakıf olan kişiler tarafından kaleme alınır. Bu kaleme alınış şekli bazen tarafsızlık dışına çıkılarak konunun içine sarkan ve hatta bir bakıma yazılan şeyin daha da desteklenmesi için taraf haline gelinebilir.
Öncelikle solculuk ve sağcılık’ın literatüre nasıl girdiğine bakalım. Bu kelime ve felsefi yapı Fransız ihtilali ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Fransız ihtilali öncesinde Avrupada Derebeylik dediğimiz bir system hakimdi. Bu sistemde toprak aristokratların yani soyluların elindeydi. Tabi toprak ve para bunların elinde olunca hukuk sistemi de bunlara göre düzenlenmişti; halk ezilmiş durumda zar zor hayatını devam ettiriyor ve gerekirse kral ve derebeylerin zoruyla savaşlara katılıyordu. Bin altıyüzlü yıllarda coğrafi keşifler ile birlikte yeni bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıf zenginleşen ve sermaye sahibi olan Burjuvazi sınıfıydı. Fakat hukuk kuralları derebeylerin ve kralların haklarını korumak için yapıldığından burjuvazi sınıfı istediğini yapamamaktaydı.
Aynı zamanda krallar ve derebeylerin yanında üçüncü bir grup daha mevcuttu. Bu da kilisenin varlığıydı. İşte Fransız ihtilali Burjuvazinin yanına işçi sınıfını da alarak asillere karşı yaptığı bir devrimdir.
Şimdi sol sağ arasındaki diğer ilişkilere gelelim. İhtilal sonrası ortaya çıkan sistemde burjuvazi ve işçi sınıfı egemenliği soylulardan alıp halka verdi. Tabi ortaya çıkan bu yeni sistemde insanlar arasında eşitlik olmalıydı. Eşitlik kavramı ancak cumhuriyet rejimlerinin bir şartıdır. Esasta Avrupada tıkanmış bir düzen olan derebeylik ve krallık ortadan kalkarken Fransız ihtilaline neden olan gerekçe, hiç şüphesiz iktisadi çıkarların, rantların asillerden alınıp halka verilmesi açısından, iktisadi kaynaklı bir devrim olarak tanımlanabilirdi. İhtilal sonrası oluşan sistemde burjuvaziler ve işçi sınıfı, oluşturulan mecliste bağlı oldukları partiyi temsilen yer alacaklardı. Bu durumda Meclisin sağ tarafına burjuvazi temsilcileri sol tarafına da işçi sınıfı temsilcileri oturdular.
Sol, bir felsefi sistemi temsil etmeden önce Fransız meclisindeki bu oturuş şekli bugün kullandığımız sağ, sol terimlerini ortaya çıkardı. Meclis oturma şekline göre solda yer alan proletaryanın yani işçi sınıfının partisi, işçinin, köylünün, mazlumların, işsizlerin, daha az gelirli insanların, arazi sahibi olmayan malı mülkü bulunmayanların, ezilmişlerin hakkını arayan onları koruyan partidir. Günümüzde bir kişinin sol görüşe sahip olması yukarıda sıralanan ve güçsüzlüğü ifade eden durumlara arka çıkan onları destekleyen bir düşüncenin varlığı olarak açıklanabilir.
Mecliste sağda oturan Sağ parti; Burjuvazinin, yani sermaye sahiplerinin, tüccarların, sanayicinin, kapitalistin ve onların çıkarlarını gözeten temsilcilerden oluşurdu.
Ayrıca, Fransız ihtilali ile birlikte dini temsil eden kilise, sağ partinin yanında yer aldığından dindarlık da sağ parti içinde yer almıştır. Türkiyede sol ve sağ partiler her ne kadar bu görüşleri akılda tutarak siyaset yapsalar bile gerçekte yaptıkları işler hemen hemen birbirinin aynıdır. Yani yoksul ve ihtiyaç sahipleri için genel bir program gözetilmeden çağın gereği ve ülkenin genel durumu ele alınarak uygulanır. Bu sebeple seçilen her hükümet bir bakıma muhalefet tarafından programlarının çalındığı düşüncesiyle suçlanırlar. Türkiyede bugün yaşadığımız demokrasi geleneksel kültüre dayalı partiler ile batı kültürünü takip etmek için hedef gösteren partiler arasına sıkışmış; iki kültür arasında sıkışan bu demokrasi böylece bir kavram karmaşası olarak kendini göstermiştir.
Böyle olunca Türkiyede geleneksel kültürü savunanlara ‘gerici’ batı kültürünü savunanlara ise ‘modern’ denmektedir. Oysa partiler temsil ettikleri sosyal sınıfı öne çıkaran politikalar uygulayarak, onların çıkarlarını korumak üzerine siyaset yapması gerekmektedir. Hükümetler işbaşına geldikten sonra bunu öne çıkarmamaktan dolayı bu kavramlar doğru anlaşılamamaktadır... Türkiye'de tüccarın, sermaye sahibinin, burjuvazinin çıkarını koruyan partiler vardır ve programlarını bu esas üzerine koyarak politika yaparlar. Ama işçi sınıfının, daha az gelirli olanların çıkarlarını savunan parti iş başına gelemediğinden Türkiyede demokrasinin sol ayağı yoktur. Türkiye cumhuriyet devrine girdikten bu yana burjuvazinin çıkarını koruyan partiler iş başına gelmekte ve bir devre sonra o gidince yerine yine burjuvazinin çıkarını koruyan başka bir parti gelmektedir. Oysa demokrasilerde iktidarda burjuvazinin hakim olduğu bir mecliste muhalefet, işçi sınıfı haklarını koruyan ve gözeten, onların geleceklerini daha rahat bir hale getirmek için çalışan bir çalışma ortaya koyması gerekmektedir. Türkiye de bunu görmek çok zordur.
Sol parti olarak lanse edilen partiler bile gerçekte solculukla zaman zaman ters düşmekte ve dünya ekonomisi girdabına girip esas gayeden uzaklaşmaktadır. Türkiyede siyaset sosyal ekonomik sınıf açısından değil kültürel sınıf açısından yapılmaktadır. ,,,,,,/